Blog konusunda son derece acemiyim...
Sayfamdaki saçmalıkların düzelmesi Blogger'ı ne sıklıkla kullandığıma ve kurcaladığıma bağlı oranda, tez zamanda düzelecektir umarım...
Sanırım bu alanı, rastgele oluşan düşüncelerimi ve duygularımı bir hizzaya sokmak ve düzenlemek amacıyla kullanacağım bir süreliğine...
Aslında sayfanın nerelere doğru akacağını biraz da bu rastgelelik belirleyecektir muhakkak.
Benim yaşantım da biraz böyledir aslında.
Rastgele ve spontan...
Plan yaptığımı ve başarıyla uyguladığımı düşünürdüm eskiden, ama geçmişe bakınca ne umup, ne bulduğumun muhasebesini yaptıkça pek de öyle olmadığını görüyorum...
Kimi zaman beklentilerimin üstüne çıktım, kimi zaman da beklediğim gibi sonuçlanmadı birçok şey.
Ama ne olursa olsun, başta çok hoşlanmasamda herbirinin hayrına inanırım bir süre sonra...
Haaa ! Binmek istediğim trenlerin çoğunu kaçırmadım, yakaladım çok şükür...
Kısmetli bir insanmıyım, yoksa gelen kısmeti görebilecek gözlere mi sahibim bilmiyorum ama, cesaret ve azimle çalışıp isteklerimi elde ettiğimi görüyorum...
İkisi de gerekli belkide...
İsteklerimi önce zihnimde hayal etmekle başlıyor ( bu iş, aşk, durum vs. herşey için geçerli olabilir. ) sonra da sanki olmuş gibi hissediyorum ...
Sanırım bu durum algıda seçiciliği doğuruyor ve doğru yer,zaman ve kişileri karşıma çıkarıyor yada farkettiriyor.
Hepimizin aşina olduğu 'Çekim Yasası' kıvamında birşey işte.
Hani insan geçmişte birşeyler anımsar da garip garip sırıtır yada hüzünlenir ya, onun gibi bişey...
Henüz olmamış ama olacak birşeyi, olmuş gibi anımsamak bir nevi...
Sayfamın düzenini, arka fonunu ve 'Munch'un Zihninden' başlığını da bu sebeple seçtim...
Arka fon da görünen netleşmemiş renkli ışıklar, tül bir perdenin ardında gizli kişiliğimin bu sayfaya yansımasını sembolize ediyor. Bu sayfada paylaşacağım düşüncelerim henüz zihnimde netleşmedi;
'Kadın bişeyler söylemek istiyor, da nedir acaba ?' diyebilir, hatta okumaktan da sıkılabilirsiniz.
Ben olaya şöyle bakıyorum;
'En azından ışık görünüyorsa, umut var demektir'...
Çoğunuz Munch'un 'Çığlık' tablosunu bilirsiniz... O da aynen beni yansıtmakta şu an... :)
Zihnim o kadar meşgul ki;
Geçmiş, An ve Yarın'ı sanki bir ısırıkta mideme indirmeye çalışıyorum... ( Bu konulara sonra geleceğiz. )
Kendimden bahsedeyim sizlere;
13,320 Günlüğüm ( Hesaplayın artık.... Yaş konusunda bundan böyle kolay bilgi yok ) :))))
Ankara doğumlu olup aslında nereli olduğumu tam olarak hissetmeyenlerdenim. ( Açıklayacağım az sonra )
İkimizin arasında yıllardan başka kardeş bulunmayan, benden tam 14 yaş büyük bir Ablam var.
Tekne kazıntısının tam ala'sıyım.
Annem'in şu sözü çok hoştur ;
Nasıl yani ? diye soranlara, ' Birine ruj alırken, diğerine emzik alıyordum.' der hep. :)
Haşarı, neşeli, arkadaş canlısı bir mahalle çocuğu olarak başlayan hayatım, 5 yaşında ilkokula yazılmamla son buldu.
Okulun ilk haftası Kaba Kulak oldum ve 10 güne yakın okula gidemedim. Nihayet başladığımda herkes arkadaş edinmiş, oyun gruplarını kurmuşlardı.
Tabiki tek kaldım, okuma dersilerinden de geri kalmam cabası...
Geldiğim ilk hafta, Öğretmenim okumayı sökemediğim ve çok konuştuğum için kızıp elime cetvelle vurmuş Anneme beni şikayet etmişti ?!?!
Annem de hocayı Müdüre tabi :)
Öğretmenimin ne suratını ne de adını unuttum bugüne kadar...
Adı Suna. Güzel kadındı doğrusu... Simsiyah saçlar ve gözler. Up uzuunnn tırnaklar...Parlak kırmızı ojeler. Üüüüffffff.
Panter gibi birşeydi.
Bana 'ÖĞRETTİĞİ' tek şey;
Okulun, 'MECBUREN' gerektiği kadar devam edilen, bitiminde arkana bakmaksızın, koşarcasına kaçınılması gereken bir kurum olduğudur. (Öğretmenlik ne mesuliyet aslında değil mi ? Nedense insanlar o çocuğun birgün yetişkin olacağını hiç düşünmüyor. Acaba kendi hakkında bunca yıl sonra bunları yazdığımı duysa ne düşünürdü ?)
Bulunduğum okulun güvenli olmadığını düşünen annem, beni o okuldan alıp başka bir okula yerleştirdi. Aslında bu pek de hoş olmamıştı, zira henüz yeni filizlenen bir arkadaşlığım da olmuştu kısa bir süre evvel.
Doğru tahmin ettiniz, ben yine yanlız kalmıştım...
Kedilerle, Ardıç çalılarının topaklarını misket yapıp oynardım.
Ancak bu sefer şansıma Öğretmenim fevkalade şevkatli bir kadındı ve antisosyal eğilimler göstermemem için epey gayret ederdi.
O dönem 3 ay sürdü... Tam bişeyler yeniden filizlenmeye yüz tutmuşken, okumayı da sökmüşken sevgili babamın görevi dolayısıyla Londra'ya taşınmamız gerekti.
Ablam, Londra'ya gidişimizden birkaç ay önce çooook genç bir yaşta evlenmiş ve eşiyle olan yeni hayatını düzenlemesi ve Üniversite'yi bitirmesi için maalesef onu Ankara'da bırakmak durumunda kalmıştık..
Ablamı çok severdim...
İlk travman ne diye sorsalar;
''Ablamın evlenip evden gitmesi ve akabinde onu bırakıp Londra'ya gitmemiz'' derim.
Ayrılık diye bir kavramla tanışmam ilk o dönem olmuştur....
'Davulun sesi uzaktan güzel gelir' misali Londra'ya taşınmakla bu sefer hepten yanlız ve yabancı kaldım... :)
Önce dil öğrenmem gerekti tabi doğal olarak, oysa daha yeni Türkçe yazmayı sökmüştüm...
3 ay boyunca beni, yabancı uyruklu çocukların bir arada bulunduğu, İngilizce konuşmak ve yazmak konusunda uzman özel bir merkezde eğittiler.
Çocuklar birbirine karşı bazen çok acımasız olurlar...
Yeni olduğumdan ve pek bişey anlamadığımdan olsa gerek, 2-3 tanesi beni sıkıştırıp bir ağaca bağlamıştı ve ''There are snakes here'' diyip beni korkutmak istemişlerdi... Tabi İngilizce çat pat anlayıp konuştuğumdan dolayı SNAKE'i ( Yılan ) bildiğimiz SİNEK olarak anlayıp pek de etkilenmemiştim :)
SNAKE'ten korkmam SİNEK'ten korktuğum kadar deeeermişim.
Yeterlilik derecesi alır almaz bu sefer normal bir İngiliz İlkokul'una göndediler.
(Şimdi yazınca fark ettim de, neredeyse 8 ay içerisinde 1 ülke ve 4 adet okul değiştirmişim.... Bu biraz fazla değil mi ? )
İngiltere serüveni, 1 yıl sürmesi beklenirken 9 yıl sürdü ve 14 yaşıma bastığımda İstanbul'a döndük.
9 yıl getirileriyle, götürüleriyle beraber özet olarak çok olumlu geçti...
Londra'da okuduğum yıllar, her çocuğun rüyasıdır ancak her nimetin bir bedeli olduğunu unutmamalı.. ( az sonra )...
9 yıl boyunca ev'den okula okul'dan eve, kitap, defter götürmek nedir bilmeden yaşadım :)
Tüm çocukluğum spor, doğa ve çeşitli aktivitelerle geçti.
Sınıf geçmek, kalmak diye meselelerden uzak, sözlü yok, sorgu yok, sual yok....
Orada eğitim, yeteneklerini keşfetmek ve kendi potansiyeline güvenmek üzerine kuruludur...
Meyve veren ağaç taşlanmaz, aksine teşvik edilir ki meyve bahçesine dönüşsün diye...
Başarı kıskanılmaz, alkışlanır...
Kıskançlık ayıp ötesi bir duygudur...
Bu öğretiler sayesinde, Istanbul'a dönüşümüzden Üniversite sınavına girene dek ne olmak istediğim konusunda hiçbir şüphe yada gereksiz hırsa kapılmadım...
Öncesinde olduğu gibi sonrasında da ne yapmak istediğimi hep bildim. Yeteneğim ve potansiyelimin fakındaydım.
Ailemin bu konuda tatkısı büyüktür...
Hiç zorlamadılar beni şunu oku, bunu oku diye...
Her nimetin bir bedeli vardır dedim demin ;
İstanbul'a döner dönmez tabi uygun okul araştırmaları başladı, ne de olsa henüz 14 yaşında ve Lise çağındaydım...
Çeşitli okulların sınavlarına girdim.... Robert, Işık vs. ancak tercihimi o zaman henüz açılan Koç Özel Lisesi'nden yana kullandım.
Okul müdürü (nur içinde yatsın Atakan bey) hazırlık sınıfından başlamamın alışma sürecini daha rahat atlatmam açısından daha faydalı olacağını düşündüysede, ailemle Lise 1'den başlamam konusunda mutabık kaldık...
1inci gün ailem bana eski alışkanlıklarımın burada sökmeyeceğini, artık çanta dolusu kitap, defter, tüm ekipmanlarla dolaşacağımı, sınanacağımı, çok konuşmanın ve dikkat çekmenin fayda getirmeyeceği konusunda beni şekilli örnekli uyardılar...
Haaa bir de;
'' Sakın Türkçe'yi bozuk bir aksanla konuşma ve ikide bir araya İngilizce sıkıştırma... Aptal derler'' denildi...
Tabi ilk gün ' Tanrım ben hangi cehenneme düştüm ?' dercesine müfredatta ne varsa ilgili ilgisiz tüm kitapları çantama tıkıp ilk dersim olan Edebiyat sınıfına girdim, oturdum ve siper aldım...
Kimse bana dokunmasın diye etrafa ters ters bakışlar savururken, sevgili hocam Sabriye hnm. ismimi ansızın anons etti....
''Özlem ........... Şu kitabın şu sayfasını aç ve oku !''
( Bu hep böyle olmuştur.... Hep ilk beni bulurlar.... Nedendir hiç anlayamadım... :) )
Bittiğim andır....
''Ulan 9 yıl geçmiş ben iki kelime okumamışım... Okuyamazsam Koç Lisesinin Suna şubesine mi dönüşecek bu kadın? Cetvel mi vuracak, kitap mı atacak, ne yapacak ?' diye ödüm patlarken, cek cuk cak diye bişeyler okumaya başlar başlamaz,
' Bu nasıl olur !'
diye kadıncağız şok içinde beni durdurdu...
Yer yarılsa da içine girsem diye bakınıyorum tabi sağıma soluma o an...
Dilim tutuldu konuşamıyorum, açıklama da yapmak istemiyorum dikkat çekmeyeyim diye.
Çok şükür Emrah arkadaşım duyarlı davranıp durumu herkesin içinde Hoca'ya aktardı da kadıncağız bir sebep - sonuç bağlantısı kurabildi....
Akabinde gelen 'Ay bilmiyordum'lar ' tabi daha da feci benim için, spot altında olduğumu hissettiriyor filan. Kabustu yaaa :)
Oysa kadın ne yapsın ?
Toplantıda ona bunun iletilmesi gerekmezmiydi ?
Sınıfımız topu topu 25 kişiydi zaten.
Daha bunun gibi ne örnekler var da baymayayım şimdi.
Zaten çenem düştü.
Hatta ne dicem...
Düşsün be çenem...
Hatırlayabildiğim tüm ayrıntıları buraya not edeceğim.
Bu Blog benim hayatımı anlatsın bir süreliğine.
Psikolog'a gidersem de CV olarak veririm kendisine mesela...
Evet yazıyı bıraktığım yerden devam edeceğim bir ara.....
O zamana kadar RASTGELEEEEE !!!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınız Buraya Lütfen ;)